Kalpteki nokta uyanıyor:Zor zamanlardan geçiyoruz. Diller zehirli, gözler nefret kusuyor. Haklı olduğumuzu düşündüğümüz zamanlar bile bize ihanet etti. Aklımız bizimle dalga geçiyor. Duygu dediğimiz zalim salıncakta, bilinçsizce sallanıyor ne durabiliyor ne inebiliyoruz. Çığlık atabilmek için bile gücümüz yok. Kulaklarımız bize ait olmayan çığlıklarla çınlıyor. Aklımız bir kolumuzdan, kalbimiz diğer kolumuzdan çekiştirip, gözlerimizi kendi istedikleri dünyayı görmemiz için farklı renklere boyarken aslında, kalbimizin en derinlerine gizlenmiş olan minik bir nokta uyanıyor!
Var olduğunu sandığımız her şey, sanki birer balon köpüğüymüş gibi tek tek sönüp, solup gidiyor, yitiyor. Hiçbir şeyi tutamıyoruz. Önümüzde akan nehir, esen rüzgâr, yağan yağmur kendi akıntılarına davet ediyor bizi. Hepsinin daveti başka bir yerden geliyor gibi görünüyor. Kimin davetini kabul etmemiz gerektiğini bilemiyoruz. Davetin kaynağından bu kadar uzak olunca her şey başka bir dille konuşuyormuş gibi geliyor. Ona ne kadar yaklaşırsak bu ayrılıklar birleşecek ve tek bir dile dönüşecek belli ki. Ama o zamana kadar karmakarışık, darmadumanız. Aklımız bizimle kurallarını kendi koyduğu bir oyunu oynuyor. ‘Oynamıyorum’ deme şansımız da yok. Bu oyunun içinde kapana kısıldık. Ne yetiyor ne yetiniyoruz. Ne doyuyor ne doyurabiliyoruz. Bütün bunlar bize ne demeye çalışıyor?
Bilgeler her yeni bilinç seviyesinin önce büyük bir eksiklik, yoksunluk, tatsızlık ve karanlıkla başladığını söylüyor. Belli ki, yolun bu bölümü karanlık, karmakarışık, toz tadında! Umutsuzluk enstrümanını başka bir perdeden çalıyor doğanın gizli eli. Sesi kalplerimizi yakıyor, gözümüzün önünde yanan kalpleri görüyoruz. O kalplere, o yangına kendi kalbi de yanarken, daha ne kadar kayıtsız kalabilir ki bir insan?
Sorular dışardan geliyor ama cevapları içimizde arıyoruz. İçsel odalarımızda dört dönüyoruz. Sebep dileniyoruz yukarıdan, sonucu kemik iliklerimizde hissederken. Izdırabın yolunda yürürken tökezliyoruz. Düşenleri, yananları, çığlık atanları, kendinden vazgeçip kafasını kuma gömenleri, ihaneti, nefreti, yalanı görüp acıyla, çaresizlikle, boşaltılmış kalplerin hikâyelerinden kaçmaya çalışıyoruz.
Öyle ya kendi aklımız bile bize karşı, gerçeği bizden olabildiğince saklıyor. Onunla ama ona karşı gitmeli. Onu yola çıkarıp, onsuz devam etmeli. Yolun zor bölümlerinde yolda kalan akıl yerine başka bir araç aramalı.
Dalgalar birbiri ardına geldiğinde o dalgalara boyun eğip, fırtınanın geçmesini beklemekten başka çaremiz yok, zira dışımızda bir düşman yok. Sebepsiz hareket etmiyor hiçbir şey. Sebep bu dünyaya henüz düşmemiş olsa da bizi yanına çağırıyor. Daha fazlasına, daha arısına, daha gerçeğine, daha kendimize, özümüze, kökümüze!
Ait olduğumuz yeri bulma yolculuğu bu. Ama önce nereye ait olmadığımızı öğrenmeli. Önce yokluk, yoksunluk kapısından girmeli ama oranın kaderine de boyun eğmemeli zira karanlık ışıktan önce giriyor bu odalara.
Bilgeler ‘Kırık bir kalpten daha bütün olan bir şey ve sessizlikten daha derine işleyen bir çığlık yoktur’ diyor. Bu halleri daha fazlasını yapmak, kafamızı gömdüğümüz yerden çıkarıp, yanan kalpler için yapabileceğimiz her ne varsa yapmak için yakıt olarak kullanmalı. Çaba kabını her daim doldurmalı. Eller birbirini bulmalı, gözler gördüklerini birbirine sormalı, kalpler tek bir arzuyla dolmalı. Daha fazlasının olduğu o yere nasıl ulaşmalı? Bu zindandan nasıl kaçmalı? Kimin, kimlerin kaçmasına yardımcı olmalı?
‘Kalp anlar’ diyorlar. Zira kalbin yönetimi bizde değil. Akıl bizim seviyemizde işlerken, kalpteki minik bir nokta, daha yukarıdaki bir seviyeden besleniyor demek ki. Akıl o kapıdan giremezken, kalp duvarlarını yıkıp demirden bir kalp yerine, etten bir kalbe dönüşüyor, dönüştürülüyor demek ki. Kalpteki o minik nokta uyanmaya, uyandırılmaya yazgılı demek ki…