Şurası bir gerçek; insanlık olarak hayatımızın en gelişmiş dönemini yaşıyoruz. 2024 yılı verilerine göre ortalama yaşam süresi 73 yıla çıktı. Bu uzun hayatlarımızda ihtiyaç duyduğumuz her tür konfor elimizin altında… Bir düğmeye basarak elektriğe, sıcak suya kavuşuyoruz. Uygulamalar üzerinden verdiğimiz siparişlerle yiyeceklerimiz kapımıza geliyor. Küresel internet sistemi sayesinde dünyanın bir ucunda yaşayan ve fiziksel hayatımızda hiç tanımadığımız insanlarla iletişim kuruyor, iş yapıyoruz. Yaşamın akışı o kadar düzenli ve sistematik ki, belki de insanlık olarak hiç bu kadar rahat ve konforlu bir düzenin parçası olmamıştık. Ve hatta gidişata göre diyebiliriz ki, çocuklarımız çok daha ileri bir medeniyete tanık olacaklar. 

Bu koşulların ışığında, neredeyse “her şeye” sahipken, içimizde hissettiğimiz derin kaygıların, cebi delik mutsuzlukların, sonu gelmeyen arayışların kaynağı nedir? En zengininden en fakirine, en gencinden en yaşlısına, yaşadığımız ülkeden bağımsız olarak içsel huzurdan uzakta yaşıyoruz. Bitmek bilmeyen bir “upgrade ( yükseltme)” trendinin içindeyiz. Otomobilimizi, cep telefon modelimizi, ilişkilerimizi hep daha iyisi ile değiştirme hırsı içinde bitmek bilmeyen bir yarışın içinde ilerliyoruz. Oysa, bu yarışın bir kazanını yok. Kaybedeni ise, herkes… 

Eğer doğamızı gerçekten tanıyor, anlıyor olsaydık, birbirimize çok daha anlayışlı ve iyi niyetli olurduk. Cansız, bitkisel, hayvansal seviyeye ait olan her yaratılanın, alma arzusundan ibaret olduğunu anlasaydık; bu tüketim sevdasının kaynağını da görebilirdik. Ancak ataların “gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar” şeklinde ifade ettiği durumdayız, yaratılışın ardındaki yapıdan bihaberiz. 

İşte bu, gerçek sürgündür. 

Hayatlarımıza tesir eden savaşlar, doğal afetler, kitlesel ölümler ve hastalıklar, bizlere, yaşadığımız sürgünün büyüklüğünü işaret ederken çıkış kapısının nerede olduğunu bulmaya, daha doğrusu bir çıkış kapısı olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz. Bizi yaratan üst gücün amacını, niyetini anlayamadığımız için yaşamlarımız, hayallerin peşinde koşarken boşa harcanan hayatımız, kum saatindeki toz taneleri gibi, avuçlarımızın içinden kayıp gidiyor. Anlamsızlığın, boşluğun ve mutsuzluğun içinde yol alıyoruz. 

Peki bizi yaratan üst güç ile hiçbir temas noktamız yokken, bu karanlıktan nasıl çıkacağız? 

Ellerimizi kavuşturup dua etmenin bir faydası olur mu? Yoksa yolda rastladığımız dilencilere sadaka vererek üst gücün gözüne girebilir miyiz? Acaba ritüeller, muskalar, tılsımlar ve büyüler mi bizi kurtarır? 

Hayallerinizi yıkmak istemem ama doğru şekilde dua etmediğimiz ve doğru niyetle  vermediğimiz sürece, ancak kendimizi kandırırız. 

Bu nedenle farklı bir yaklaşım geliştirmeliyiz. 

Henüz tam anlamıyla görmesek de bilmesek de, yaşamın bir anlamı olduğu düşüncesine kafa yormalıyız. Realitenin muazzam akışında hiçbir detayın gereksiz yaratılmadığını, hiçbir hayvanın başka bir hayvana kasten ve var olmanın zoraki ihtiyacı dışında saldırmadığını, doğadaki tüm öğelerin birbirine hizmetle sorumlu olduğunu görmeliyiz. Bu farkındalık bizleri, zincirdeki halkalar gibi birbirimize bağlı olduğumuzu idrak edeceğimiz bir varoluş seviyesine taşıyacak. İhtiyaçlarımızı karşılayacak kadar almakla yetindiğimizde ve kendimiz dışında bir başkasına faydamızın dokunmasına yönelik bir arzu içine girdiğimizde; hayata dair bakışımız da değişecek. İyiliği, güzelliği kalbimizde hissedecek, aldığımız nefesin bile birilerini incitip incitmediğini dert edineceğiz. Tüm bu olumlu hisler, barışa, bütünlüğe, üst güç ile benzerliğe doğru bizleri çekecek. 

Bu “ölümlü dünyadan” çıkmanın, anlamsız karanlığı geride bırakmanın yolu doğru yaklaşım ve anlayış ile eylemler inşa etmekten geçiyor. Üstelik, benden duymuş gibi olmayın ama, bu şekilde sonsuzluğun içinde yaşayabilir, tam bir bütünlük hissi ile dolabilir, var oluşumuza bir anlam katabiliriz. 

Öyle bir karanlık gelecek ile karşı karşıyayız ki, o karanlığın içine girdiğimizde, şu an yaşadığımız sıkıntılar çok hafif kalacak. Ve yarın, bugünden çok daha zor olacak. 

Ne diyelim? 

Aman, gelen, gideni aratmasın…