Antik Yunan dönemine ait meşhur bir hikaye vardır. Platon, “Devlet” adlı eserinde Gyges adlı bir çobanın hikayesinden bahseder. Hikayede Gyges adındaki bu çoban bir devin parmağındaki yüzüğü alır ve bu yüzüğün ona görünmezlik gücü verdiğini keşfeder. Gyges bu güç vasıtası ile kraliçeyi kendine aşık eder, kralı öldürür, tahtı ele geçirir. Yakalanmayacak olmanın rahatlığıyla hareket eden Gyges, suçluluk hissetmeden içindeki kötü eğilimi eyleme dökme cüretini gösterir. Bu kısa hikayeden, ahlak adına çıkarabileceğimiz bir ders olur mu?
İşin açıkçası, eski dönemlerden bu yana toplumda büyük değişimler yaşanmadı. İnsan yine aynı insan; çıkarına uygun olacak tarzda eylemler yapıyor, kendinden başkasını düşünmüyor, cebini doldurmak ya da itibar sahibi olmak uğruna yapabileceklerinin sınırı yok. O dönemle günümüz arasında bir kıyaslama yaparsak; o dönemden bu yana insanın egoizminin, bayağılığının arttığını ve gözünün oldukça döndüğünü söyleyebiliriz.
Daha önceki yazılarımda açıkladığım gibi, biz, alma arzusu olarak yaratıldık. Küçük bir çimen tanesinden yavru bir kediye, yeni doğmuş bir bebekten yetişkin bir bireye, realitedeki her şey ve herkes alma arzusunu tatmin etmenin yollarını arar. Doğamız gereği ya hazza koşarız ya da ızdıraptan kaçarız. Bizim için başka türlü bir hayat mümkün değil.
Sürekli üzerinde konuştuğumuz ahlak kavramı bile bu prensip nedeniyle, görecelidir. Bir toplumu oluşturan ahlaki değerler, içinde yaşadığımız kültürün koşullarına ve toplumun faydasına olacak şekilde aranje edilir. Bu değerlerin yakıtı da insan egosudur, bu sayede hayatımızı nasıl yaşayacağımıza dair bir çerçeve ediniriz. Bu çerçeveye uymadığımızda da toplum tarafından cezalandırılırız.
Toplumsal ahlaki değerler toplumun dinamiğine ve çağın koşullarına göre biçimleniyor olsa da hemen her toplumda ve her çağda geçerliliğini koruyan bazı temel ilkeler vardır. Doğruluk, eşitlik, saygı, yardımseverlik, kasten zarar vermemek gibi temel ilkeler çok eski dönemlerden bu yana denge unsurları olmuştur.
Ancak örneklerden görüyoruz ki, son yıllarda bu değerler de önemini yitirdi. Toplumun büyük bir kesimi cebini nasıl dolduracağına bakıyor. Bu uğurda çalıyor, yalan söylüyor, taraf tutuyor, kandırıyor, zarar veriyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi hayata devam ediyor. Dedelerimizin zamanında bu tarz eylemler yapanlar toplumdan izole edilirdi, sokağa bile çıkamazlardı. Şimdi görüyoruz ki, ahlak dışı eylemlerde bulunanlar utanma belirtisi göstermediği gibi toplum tarafından da kınanmıyor.
Çalarak servet yapan adama “helal olsun” diyoruz. Başkalarının hakkını yiyerek koltuk sahibi olana “adam işini biliyor” diyoruz. Burada “adam” olarak ifade ettiğime bakmayın, bu işlerin artık adamı kadını kalmadı; her yaştan herkes ahlaki çürümeye bir tuğla daha ekliyor.
Artık görmeli ve anlamalıyız ki, günümüzün “ahlak” anlayışı bizi kurtarmayacak. Eğer bu yönde devam edersek büyük ızdıraplardan geçeceğiz, acı dolu dersler alarak ilerleyeceğiz. Çünkü acı adamı soru sormaya iter, bu acıyı tek başına üstlenmek istemediği için başkalarıyla bağ kurarak acısını hafifletmek ister.
Oysa alternatif bir çözümümüz var: Kendimize yeni bir ahlaki değer sistemi inşa etmek…
Birleşme, sevgi, dostluk ve barışı temel alarak her canlının, herkesin iyiliğine yönelik yepyeni bir sistem yaratabilir; doğru uygulamalarla bütünselliğe ulaşabiliriz. Gözünüz korkmasın, bu o kadar da zor değil. Doğaya dönüp bakarsanız doğadaki yasaların da bu değerler ekseninde biçimlendiğini görürsünüz. Havada süzülen bir kuş sürüsünde onlarca kuş birbirlerine çarpmadan uçmanın yolunu buluyorsa biz neden bulamayalım? Akıllıyız, yetenekliyiz, sadece birliğe doğru arzumuz eksik.
Bugün kendinize şu soruyu sorun… “Ben çocuklarımın, torunlarımın büyük acılarla mı yoksa mutlulukla mı büyümelerini istiyorum?”
Bu soruya vereceğiniz yanıt, hepimizin geleceğini belirleyecek.
Çünkü ancak doğru niyetlerle beslenen eylemler geleceğimizi kurtarabilir.
Ve ancak mutluluğumuz için çabalamak, bizi Yaratılışın amacına götürebilir.