Arzu bir güçtür ya bir çekim ya bir itiş gücü sağlar. İçine doğduğumuz dünya ne tesadüflerle işliyor ne de kendi kaderimize terk edildik. Değişmez, sabit yasaları var. Bizler bu yasalarla uyum içinde olmadığımız için, cehennemden yayın yapan zavallılar gibi birbirimizi ısırıyoruz. Halbuki doğanın yasalarıyla uyum halinde olmayı becerebilseydik, et ve kemikler yerine özlerimiz buluşabilecekti. Bitenin yerini bitmeyen alacaktı. En önemli olan şeyi, çöpe atmak zorunda kalmayacaktık. Anlamayana anlatmak, duymayana duyurmak, görmeyenin görmesini sağlamak için bu zorlu savaş alanında yalnız kalmayacaktık. Mutluluğun damladığı yerlerde dolaşanı, çeşmenin, pınarın, çağlayanın başına götürmek için bu kadar uğraşmayacaktık.

Hissettiğin kadarını alır ve hissettirebildiğin kadarını verirsin. Arzun ne kadar güçlüyse, o kadar hisseder, hissettiğini aynı ölçüde geçirebilirsin. Kabına sığmaz taşar, kalbindeki en büyük arzuyu diğer insanlarla, onların ihtiyacı olan seviyede paylaşır, o taştan kalpleri de uyandırırsın.

Ne eksik ne fazla! Bir kaba ancak onun ölçüsünde bir şeyler koyabilirsin. Bu ne kabın ne o kabı doldurmak isteyenin kabahati. Ama buna mahkûm değiliz. O kapları büyütme şansımız da var. İki insan kalpten bağ kurduğunda ve o bağı niteliksel olarak çalışıp, çok daha yukarılara çektiğinde, bu bağ sayesinde her iki tarafın da kapları büyür. Kabın büyümesi demek daha güçlü bir arzu, daha derin bir anlayış, idrak, güç, şifa, sevgi ve hakikatle tanışma yolunda ilerlemek demek!

Bilgeler bir şeyi ifşa ettiklerinde iki şeyi gizlermiş. Çünkü insan, liyakat sahibi olmadan önce hakikat kucağına düşse bile o hakikatin değerini bilip anlayamazmış. O yüzden hakikat bizden arınmamızı, dönüşmemizi, yeni kaplar inşa etmemizi istiyor zira kaplarımızı doldurabilmek için can atıyor. Kabın dolması demek, gerçek haz ve mutluluğa uyanmak, ölüler diyarından çıkmak ve özlerle, kaynakla buluşmak demek.

Doğa bize sahip olduğu her şeyi vermek istiyor. Ama bir şartı var. Onunla uyum içinde, onunla aynı formda, aynı arzuda olmamız gerekiyor. Çünkü zıt kutuplar, formlarını eşitlemedikçe ne birbirini görebilir ne de hissedebilir. Doğa bizden ona benzememizi, birbirimizi onun bizi sevdiği gibi sevip sarmamızı, tamamlamamızı ve birbirimizin arzusuyla çalışmamızı istiyor. Çünkü onun gözünde tüm yaratılış tek bir varlık.

Bizlerse Ali Baba’nın eşi benzeri olmayan hazinelerle dolu mağarasının önündeki cam kırıklarını, çalı çırpıyı değerli sanan budalalar gibi, değersiz olanın peşinde koşmaya ve hatta hayatımızı ona adamaya devam ediyoruz. Kapının önünde durup çöpü karıştıranlar, o çöple meşgul olanlar o kapıya nasıl sesleneceğini bilenleri duymuyor bile. Hallerinden memnunlar. Başka bir gerçeklik olduğundan bihaber, su aramak için çöle gidiyorlar.  Onlara ‘Gitme çölde su bulamayacaksın, gerçekten suya hasretsen bizi izle’ diyenleri değerli görmüyorlar. Bilgeler boşuna ‘Onların gözleri var ama görmezler, kulakları var ama duymazlar’ dememiş.

Neler kaçırdığını bilmeyenin savaşmak için bir sebebi kalmaz. Bir şeye ulaşmanın yolu önce onun eksikliğini, yokluğunu yaşamaktır. Ancak bu yokluk bizi varlığa götürür. O yoklukta büyüttüğümüz arzu, gösterdiğimiz çaba kaplarımızı büyütür. Dil şikâyet etmeyi sevse de bu şikâyet, eksikliğin farkındalığına, gerçekte neyin eksik olduğuna dair bir iç görüye dönüşmüyor ve insanı eyleme geçmeye zorlamıyorsa, gerçek bir eksiklik değildir. Çünkü bir şeyin yokluğunu, eksikliğini kalbinde hisseden bir varlığı hiç kimse durduramaz. O ki ne yapacağını, neyin peşine düşüp, neden vazgeçeceğini, neyi nasıl arayacağını, neyi nasıl anlatacağını çok iyi bilir.

Bizler muhteşem bir potansiyele sahip olan ve muhteşem bir ödüle gitmeye hak kazanmış varlıklarız. Oyalanmadan yola çıkmalı ve hakikatle tanışmalıyız. Ancak yalanın içinde yeteri kadar yaşayan, hakikatin değerini bilir. Yalanda kalma konusunda ısrar edenler için ise yapacak bir şey yok! Onlar neleri kaçırdıklarını asla bilemeyecekler…