Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir haberde, uzun yaşamın sırlarına yönelik bir dizi tavsiye sunuluyordu. 2024’de 117 yaşındayken hayatını kaybeden ve dünyanın en yaşlı insanı olarak tarihe geçen Maria Branyas’ın yaşam alışkanlıklarına bakarak; bilim insanları, uzun yaşamın ardındaki faktörleri sıralamaya çalışmışlar. Sağlıklı beslenme, fiziksel aktivite, güçlü sosyal bağlar ve genetik miras yolu ile 117 yıllık bir ömre sahip olmak mümkünmüş. Bir dönem kafayı 100 yaşını deviren Japonlara takmışlardı, küçük adalarını ziyaret edip Japonların yaşam alışkanlıklarını inceliyorlardı. O zaman da uzun yaşama dair benzer öneriler ileri sürülmüştü. 

Bilim insanlarının yaşamlarımızı daha sağlıklı ve kaliteli hale dönüştürme yolundaki çalışmalarını ilgiyle takip ediyorum, ancak bu bilim insanlarına şu soruyu yöneltmeden de duramıyorum: Uzun yaşam fikri kulağa çok hoş geliyor, ancak uzun yaşamanın insanlığa ne faydası olacak? 70 değil de 100 yaşına kadar yaşadığımızda, aradaki 30 yılda neleri farklı yapacağız ki eklediğimiz o 30 yılın bir anlamı olsun? 70 yaşında edinemediğimiz farkındalıkları 100 yaşında mı edineceğiz? Üstelik, uzun yaşayacağız diye gençliğin altın formülünü bulmuş olmayacağız ki; her yıl bir önceki yıla göre daha yaşlı, daha bakıma muhtaç, daha çok başkalarına veya ilaçlara bağımlı olacağız. Zira bilim insanları uzun yaşamaktan bahsediyor, 100 yaşına gelip her sabah parkta zıplayacağımızı iddia eden yok… 

Eğer hayatımıza bir anlam, bir değer katamıyorsak, uzun yaşamanın ne faydası var? 

Aslında bu soru bizi daha önemli bir soruya götürüyor: Biz neden yaşıyoruz? Daha en başta neden dünyaya geldik? Hayatın anlamı gerçekten nedir? Varoluşumuzun ardındaki planı nasıl görebiliriz ki, kaç yıl yaşadığımıza takılı kalmadan, hayatımızı anlamlı hale getirelim? 

İşin açıkçası, neden doğduğumuzu anlamak zor… 

Doğuyoruz, binbir zahmetle büyüyoruz, biraz haz alıyoruz, biraz mutlu oluyoruz, tattığımız mutluluğa kıyasla çok daha acı çekiyoruz, sonra da ölüyoruz. Ayrıca ne zaman öleceğimizi de bilmiyoruz. Ölümün üzerinde bir kontrolümüz olmadığı için ölümden korkuyoruz; ölüm korkusu bizi ya hayatı dibine kadar yaşamaya ya da neden yaşıyor olduğumuzu sorgulamaya itiyor. 

Birinci yolu tercih edip hayatı sonsuz bir hızda yaşamayı tercih etsek bile, haz arzuyu iptal edeceği için hazlara yönelik düşkünlüğümüz doyumlara endeksli olarak azalacak. Herhangi bir tutku duymadan sırf alışkanlıktan dolayı alma arzusunun peşinde yaşayıp gideceğiz. Ancak ikinci yol, bizi, ölüm korkusu veya başımıza gelen ızdıraplı koşullardan dolayı neden yaşadığımıza dair daha net arayışların merkezine getirecek. 

Bilmemiz gereken bir gerçek var. Biz aslında küçük bir kedi gibi yaşamak için doğmadık. Biz, bu yalan dünyada daha üst bir yaşamı hayal etmek, o yaşamı arzulamak ve onun bir parçası olacak şekilde yükselmek için doğduk. Büyük ve sonsuz bir bilgeliğin kıvılcımlarını taşıyoruz, bu kaynağa ulaşmak için içsel düzeltmelerden geçip daha üst bir bilince dahil olmanın yollarını öğrenmeliyiz. 

Hayatlarımız arzularımızla doldurduğumuz bardaklar gibi… Bardağımız dolduğunda daha fazla alamayız. Ancak kendi bardaklarımızla başkalarının bardaklarını doldurmaya yardım ettiğimizde başkalarını da doyururuz, dahası bir noktadan itibaren onların da bizi doyurduklarını fark ederiz. Ve bu bizi mutlu eder, çünkü vermede alacağımız hazda sınır yoktur, sonsuzdur; bu sonsuzluğu tüm insanlıkla beraber hissedebiliriz. 

Kendimiz için alma doğamızı vermek ve paylaşmak yönünde dönüştürdüğümüzde, özgecil bir sevgiye kalplerimizi açtığımızda, hem kendi hayatımıza hem de başkalarının hayatlarına anlam katarız. O zaman dışsal başarılar, para, ün ve güce yönelik kaygılar anlamını yitirir. Egolarımızı doyurmak için değil birbirimize destek olmak, birlikte mutlu olmak için yaşamaya başlarız. Böyle bir dünyada, kaç yıl yaşayacağımızın değil, kaç kalbi daha doyurabileceğimizin hesabını yapmaya başlarız. İşte bu, hakkını vererek yaşamaktır. 

Mevlana’nın dediği gibi; “Ey gönül! Ne tuhaf değil mi? Bir ömür, şah damarından daha yakın bir sevgiliyi aramakla geçiyor…” Bilgelerimiz, o sevgiliyi bizden kaçan bir ceylan olarak tasvir ediyor. Ceylan bizden kaçsa da yolun ortasında dönüp arkasına bakıyor; O’na yetişeceğimiz günü sabırla, özlemle ve sevgiyle bekliyor.