İnsanın kalbi soğuk, taştan, kayıtsız, gizli, ikincil hayatlarda devinen ve sadece kendi menfaati için atan bir kalp yerine bir tapınak olmalıdır. O tapınak ki her hücresi bir sığınak haline gelmeli, sonsuz merhamet, şefkat, anlayış ve sevgiyle dolup taşmalı.
Suya hasret olan, o suyun kendisiyle arınıp dönüşmesi, onca suyla dolup taşması gereken bir kalbi insan nasıl edinir, nereden bulur da taştan bir kalbi takas edebilir? Bu takasa kim razı olur?
Haz almadan yaşayamıyoruz. Yolumuz, bize geçici ve minik hazlar veren, oyalayan, uyuşturan, paralize eden pek çok şeyle dolu. Tüm düşüncelerimiz yalpalıyor, sağa sola kaçıyor. Dikkatimizi çeken şeyler bizi kontrol ediyor. Sanki hiçbir şeyin üzerinde kontrolümüz yok.
Hazzın kendisine bağımlıyız. Bu değişmiyor. Ancak değiştirebileceğimiz bir şeyler olmalı. Çünkü kaderine teslim olmak, varlığını ve var olma amacını sıfırlamak demek.
Üstesinden gelemeyeceğimiz deneyimlerden geçmiyoruz. Mesele içine düştüğümüz deneyimleri körlemesine yaşıyor olmamız. Tüm bunların arkasında bize bir şeyler söyleyen, uyandırmaya çalışan, farkında olalım ya da olmayalım bize çok ama çok iyi bakan bir güç, yukarıdan bize uzanan sonsuz bir merhamet kaynağı olduğundan bihaber, elimizde taştan kalpler, birbirimize o kalpten kopardığımız minik taşları armağan ediyoruz. Taşla konuşuyoruz, taştan bir cevap almak uğruna ömürler harcıyoruz.
Korkuyoruz, yol karanlık, durup sığınacak, saklanacak bir han arıyoruz. Çünkü yürümek istemediğimiz bir yolda yolcu olmak zorunda kaldık. Ne anlamak ne hissetmek ne de değişmek istiyoruz. Belli ki körlüğümüzden, kayıtsızlığımızdan şikâyetçi değiliz. Tüm bunların neye mal olduğunu idrak edene, daha üst bir realiteden minikte olsa bir tatla ödüllendirilene kadar yaşam nefesini hissedemeyeceğiz belli ki!
Haklı olmak istiyoruz. Her şeyi hak ettiğimize kendimiz de dahil olmak üzere herkesi ikna etmek istiyoruz. Doymuyor, doyamıyor, doyuramıyoruz. Ne güvenebiliyor ne güvenilen olabiliyoruz. Zaten gerçek olmayanı daha da yalan daha da sahte haline getirecek oyunların içine atıyoruz kendimizi. Sahte ama herkesi hoşnut edecek kimlikler yaratıp, idealize edilmiş resimlerin içinde birbirimize meydan okuyor, birbirimizin zihinlerini okşuyor, daha fazlasına ihtiyacımız olmadığına sanki birbirimizi ikna etmeye çalışıyoruz.
Ancak yalandan sıkılan, gerçeğin peşine düşer. Yalanın artık yetmediği bir noktada olan, kimsenin zihnini okşamasından etkilenmez. Bilir ki, bu okşamalar zaman kaybı. Öyle ya altı delik olan bir testinin içine ne koyarsak koyalım yitip gidecek. Yapmamız gereken şey dolmadan önce dolacağımız bir testi edinmek. Yoksa içine ne koyarsak koyalım, en başa dönmek kaderimiz olacak.
Burada kalmak, bu kayıtsızlığa mahkûm olmak zorunda değiliz. Aynı yolu bambaşka duygularla, düşüncelerle yürüyebiliriz. Aynı resme bambaşka bir gözle bakıp, bambaşka resimler görebiliriz. Sanki cansızmış, hissetmiyormuş gibi umarsız, bizimle buluşan gözlere sevgiyle can verip, nefreti bile sevgiyle örtebiliriz.
Bilgeler, sevginin hem kendimiz hem de başkaları için bir kalkana dönüşüp, her iki tarafı da koruyacağını söylüyor. Gerçek sevginin nefretin üzerine inşa edilen bir sevgi olduğunu da söylüyorlar. Alışık olduğumuz egoistik, koşullu, daha iyisini bulana kadar tutunduğumuz sevginin yerine, gerçek sevgiyi koyabilme, onu getirebilme şansımız var demek ki! O sevgi bir aparata dönüşecek, bize göz, kulak olacak demek ki! İşte o zaman kalplerimiz bir tapınağa dönüşecek ve birbirimize çok ama çok iyi geleceğiz, iyiyi görmeyi ve hissetmeyi hak edeceğiz demek ki!
Uyandım, aydım ben, uyan sen de…