Bugün spor dönüşünde karşıma çıkan manzara, bu zamana kadar hep aynı olsa da benim tutumumdaki aymayı yazmaya başladı kalp kalemim. Yorgunluktan canı çıkmış ben şapşiğin karşısında asansör kapısı ve yanındaki merdivenler duruyordu. Elim asansörü çağırma düğmesine basarken, kalbimin içinden gelen ses ise “Gördüğün merdivenler gibi, kalbinin merdivenlerine yönelmeye ne dersin sevgili şapşik?” diye sesleniyordu!
Bu zamana kadar pek çok arzum, bana sahip çıktı ve çelişkilerle dopdolu oldum. Beni, farklı yönlere çekerek parçalara ayırdı, bütünlüğümü yitirdim veee bir birey değildim eninde sonunda, ahaaaa. Peki, sevgili şapşiğim, “Arzusuz olmak nedir?” diye soruverdi kalbim.
Sen arzusuzluğu bilirsin sapşik… O zaman hayatımın bütünlüğünü kesintiye uğratırım, çünkü o zaman, her şeyi kesmek zorundayım. Tamamıyla her şeyden, kendinden tatmin olmamış boş bir kabuk; yaratıcı değil, hiç kutlama yok, hiçbir çiçek açmaz. Yahut arzu dolu olmayı bilirsin şapşik, o zaman parçalara ayrılırım. Aslında, her ikisi de çirkin haller gibi. Yapılması gereken ise arzudan öylesine tamamen özgür olma seçimim. Her zaman seçebilirim: ‘Sahip olmayı ya da sahip olmamayı.’ İşte tam da o zaman özgürüm. Ve sanki o zaman, hem yaratıcılığa, kutlamaya, arzuların coşkusuna ve hem de sessizliğe, huzura ve arzusuzluğun sükûnetine sahip olmak gibi.
Peki öyleyse, aydınlanmış öz sevgi ve kendini beğenmişliği nasıl ayırt etmeliyim?
Ben düşünmeye başladım canlar, ayrım ince, ancak çok net ve zor değil gibi.
Belki de diğer yazımın konu başlığının tohumudur.
Ne dersiniz?