Bir bilge, ‘Kendinizi hissetmeyi bırakın.’ demiş. İnsan sadece bu cümle üzerinden bile zihninde ve kalbinde bir sürü yeri ziyaret etmek ve bu sözlerin çarpıp bıraktığı şeyleri görmek, hissetmek istiyor. Bu nasıl mümkün olabilir? Ben kendimi hissetmekten nasıl vazgeçebilirim? Bundan vazgeçmeye beni ikna edecek olan şey nedir?
Belki de kendini hissetmek gerçek bir zindandır. Tüm dünyada gözümün gördüğü milyonlarca insan varken, konuşmak için sadece kendimi seçmek, kendimle konuşmaya dalmak, kendimle ilgilenmek dışında aslında hiçbir şey yapmamak… Kendimi kendi zihnimle, kendi algımla, kendi hissiyatımla sınırlamak bu olsa gerek.
Bu sınırları, bu duvarları yıkmadan ne sizleri görebilecek ne de hissedebileceğim. Bu duvarlarda açılacak küçücük bir delik bile kendi dışımda ne olduğunu görmemi, hissetmemi sağlayacak.
Öyle ya bilgeler bu duvarların dışında gerçekte ne olduğunu anlamadığımı, hissetmediğimi ve göremediğimi söylüyor. Bundan daha büyük bir karanlık olur mu? Hemen ışığın içeri girmesini sağlamalı zira minik bir ışığa bile boyun eğmeye direnecek bir karanlık yok.
Ama önce nerede olduğumuzu anlamalı ve hissetmeliyiz. Neyi tutup, neden kaçmak gerektiğini, nereye kaçmak ve nereye doğmak gerektiğini hissetmeliyiz. Bir turpun içine doğmuş bir solucan gibi, tüm realitenin bu turptan ibaret olduğu algısında sıkışıp kalmışken, daha büyük, daha güzel, daha saf, zamanın olmadığı, mutsuzluğun olmadığı, sınırlı olanın sonsuzla, bitenin bitmeyenle, değişenin değişmeyenle yer değiştirdiği o realiteye, o hakikate doğmak mümkün demek ki! O yolu daha önce yürümüş olan tek bir kişi bile olsa bu mümkün demek ki! Önce o yolu bulmalı o zaman, ondan sonra da o yolda yürümüş bilgelerin ayak izlerini, bizlere bıraktıkları ekmek kırıntılarını izlemeli.
Kalp anlar’ diyorlar. Bulduğumuzda kalp anlayacaktır. Belki de önümüzde duran tüm hayat bizi o yola atmak için tasarlandı. O hayatın içinde debelenerek, o hayatı okuyarak, deneyimleyerek, yaşayarak sahteden gerçeğe, açlıktan tamlığa, hastalıktan şifaya, ölümden yaşama gitmemiz gerektiğini fark ediyoruz belki de… Çünkü bilgeler bu dünyaya ‘Rüya alemi’ diyorlar. O halde uyuyoruz. Birileri bizi uyandırana kadar da uyumaya devam edeceğiz.
Tüm çabamı bilgelerin rüya alemi dedikleri bu dünyada mı harcamalıyım yoksa uyandırılmayı dileyerek hakikate gitmek için mi hazırlanmalıyım? Bu dünyanın minik hazları, üst dünyaların hazlarıyla kıyaslandığında denizde damla diyorlar. Biz egoistler için bile bu minik ve bitmeye mahkûm hazlar yerine, hiç bitmeyecek hazların peşine düşmek akıllıca olmaz mıydı?
Egoist olarak başladığımız bu yolda, yolun kendisi bizi dönüştürecek, yolun sonundaki kapıyı çalan kişiyle, yolculuğa çıkmış olan kişi aynı olmayacak zira bu dönüşüm olmadan o kapı açılmayacak. Yolun kendisi ödül demek ki!
Zihin engeline takılan, kendini hissetme ağına yakalanmış olan bizler için, kim dost kim düşman anlama zamanı. Ayıklama ve arınma zamanı. Dilimize düşen sözleri, kalbimizdeki en büyük arzuyu, neye aç olduğumuzu ve bu yolu nasıl tamamlamak istediğimizi fark etme zamanı.
Neyin peşinde koşacaksınız? Oraya vardığınızda ne olacak? Oraya varan kim olacak?
Zihninin okşanmasına alışmış, tatlı dile kanmaya meyilli, bir kaşık balla doyan, mevcut halinden memnun, hakikate hiç mi hiç ihtiyaç duymayan ve onun eksikliğini yaşamayan için yapacak bir şey yok zira o zindanın bağımlısı olmuş, başka zindanları satın almanın peşine düşmüş.
Yine de şu soruyu kendimize sormaktan imtina etmemeliyiz: ‘Bana verilen bu hayatı, bu süreyi nasıl kullanacağım?’ Öyle ya bir şeyin eksikliğini hissetmeyen kalkıp onu aramıyor, üstelik ‘Ona verip neden bana vermedin?’ diyemiyor.